Hobbit
Lee Pace’in oyunculuğuna laf etmek cinayet hükmünde olur,o
yüzden bu konu hakkında ayrıntılı analizler bu yazıda yer almayacak. Gelelim
Thranduil’a.Bu ne görsellik arkadaş el insaf…1. Hobbit filminin başında bir
göründü film boyu bir daha görünse diye bekledim ama nerdeeee.Thranduil’un sarı
saç kara kaş durumuna isyankar bir güruh mevcut olsa da bu benim takıldığım bir
nokta değil,kusur olarak bile görmüyorum hatta. Dağ gibi Elf hükümdarı olmuş işte
daha ne olsun.2. filmi pek bir afiyetle izledim sayesinde.”I freed his wretched
head from his miserable shoulders” ne leziz bir küstahlık timsaliydi öyle…Gözüm
oğlu Legolas ile omuz omuza çarpışacağı 3. filmde,sabırsızlıkla bekliyorum.
Pushing Daisies
Çıkış noktası ölüm olup da atmosferi böylesine
optimistik,karakterleri böylesine eğlenceli,görselliği cıvıl cıvıl başka bir
yapım var mı?Hayır yok… 2.sezonun sonunda biten bu dizi çok zamansız aramızdan
ayrıldı.Sinema filmiyle geri döneceği dedikoduları var aslı vardır umarım.
Neyse
gelelim Lee Pace’e. Piemaker Ned naif ötesi bir karakter,hayır karakterin
tatlılığı yetmezmiş gibi bir de turtacı,gerçek olamayacak kadar iyi bir genç
kız hülyası gibi adeta adam.Sadece Ned değil,tüm karakterler diziyi izlenmeye değer
kılan ki anlatıcı dış ses de buna dahil.Pushing Daisies aynı zamanda ender
rastlanan kalitede bir mizah anlayışına sahip sırf bu yüzden bile 39884905.
kerede bile sıkılmak söz konusu bile olmuyor.
Bir bardak süt ve turta olmadan izlenmesi imkansız ama,uyarayım,yakınlarda
Pie Hole stili bir yer olmamasına kahretmek içten bile değil çünkü. Ömrüm
boyunca tatmadığım kabuğunda gravyerli armutlu turta hasreti çekiyorum
senelerdir bu dizi yüzünden.
Miss Pettigrew Lives For A Day
Yine görselliği şahane bir film yine Lee Pace… Bu seferde 3 aşığı aynı anda idare eden aktris Delysia’ya aşkından hapse bile girip çıkmışlığı olan ‘now or never’ mottosunu benimsemiş bir piyanist rolünde.Şan şöhret arzusu vs. aşk teması suyu çıkmış bir konu ama mekanlar,kıyafetler ve oyunculuklar o kadar yerli yerinde ki izlediğime pişman değilim hiç.
Amy
Adams’ın da hakkını vermem icap ediyor,zaten sevdiğim bir oyuncu o uçarı
rolünün hakkını da çok iyi vermiş,bravo vallahi.’If I didn’t care’
performansına da bayıldım ayrıca.
Bir de küvetten çıktığı sahne bana Venüs’ün
Doğuşunu çağrıştırdı ki böyle düşünen başkaları da varmış nette,güzel bir
enstantaneydi o da.
Miss Pettigrew karakterine hayat veren Frances McDormand da gayet başarılı,salatalık maskesini yediği
sahne de ayrı hoştu doğrusu.İzlenesi bir dönem filmi olmuş sonuç
olarak.Londra’da geçmesine rağmen kesif ve koyu bir atmosferden uzak olması da
filmin ayrı bir artısı.
The Fall
Gözümde Lee Pace kariyerinin iki adet pik noktası var biri
bu film işte.(diğeri de Pushing Daisies)Özenle mi seçiyor bilmiyorum ama rol
aldığı yapımlar görsel anlamda muhteşem oluyor genelde.Tarsem Singh’in
yönetmenliğindeki film 1920lerin Los Angeles’ında geçiyor.
Çekim esnasında
sakatlanıp hastanede tedavi gören bir dublör(Lee Pace),yine aynı hastanedeki 10
yaşındaki Alexandria’yla tanışır ve ona intikam peşinde olan 6 adamın
hikayesini anlatmaya başlar.Psikolojisi kötüleştikçe hikaye de daha karamsar
bir hal alacaktır.Biz de bu hikayeyi küçük kızın hayal gücünün şekil verdiği ölçüde
izliyoruz film boyunca.En enteresan sahnelerden biri de çevrede onlarca
semazenvari dansçının döndüğü evlilik sahnesiydi.Filmin çekildiği ülkeler
arasında Türkiye de var(Ayasofya) çekimleri de 4 yılda tamamlanmış vizyona
girdiğinde hasılatı düşük kalsa da ortada bir şaheser olduğu inkar edilemez.
Soldier’s Girl
Göze battığı ilk yapım,gece kulübünde çalışan trans
Calpernia rolünde.Gerçek bir hikayeye dayanıyormuş,duble acıklı o bakımdan.Bu
filmin varlığından haberim bile yoktu,film başlar başlamaz Peggy Lee’nin
‘Fever’’ı eşliğinde Lee Pace arz-ı endam edince,neye uğradığımı şaşırdım.Bu
rolün de hakkını ziyadesiyle vermiş kendisi.
Ceremony
Uma Thurman bile kurtaramamış,hiç beğenmedim vallahi.Bir şey
eksik ama ne tam onu da çözemedim.Düğün bozmacalı filmleri de oldum olası
sevmem,Lee Pace yüzü suyu hürmetine izledim işte.O da Afrika’da belgesel çeken
bir yönetmen aynı zamanda Zoe’nin(Uma Thurman) nişanlısı rolündeydi.Var olduğu
sahneler böyle bir filmin beş gömlek üstü bir filmden getirilip monte edilmiş izlenimi
yarattı bende.Genel havadan fersah fersah üst düzeyde replikleri vardı,sanki
tüm hikayeyi yazan değil de farklı bir yazar tarafından kaleme alınmış gibiydi
ağzından çıkanlar.
Wonderfalls
Sinopsiste oyuncaklar konuşuyor filan deyince daha muzip bir
şeyler bekledim ama yok,başladığım şeyi bitirme inadım olmasa tam yarım
bırakmalıktı.Bryan Fuller’ın yazarlığını üstlendiği her iş takdirimi kazanıyor
ama bu olmamış sanki.
Bahsetmeden geçemeyeceğim Pushing Daisies’teki Muffin
Buffalo teyze karakter olarak Wonderfalls mazisine sahipmiş meğer,işi büyütmüş
anlayacağınız.
Wonderfalls
Twilight ve When in Rome’u ise çok önceden izlediğimden
hafızamda pek de taze değil,üzerinde durmadım o yüzden.Lincoln,Marmaduke gibi
yan roller üstlendiği filmleri izleyecektim lakin üşendim sonradan.Şu an devam
eden dönem dizisi Halt and Catch Fire konu itibariyle beni pek sarmadığından onu da
izlemedim hiç.Yeni filmi Guardians of the Galaxy'i bekliyorum,vizyona girer girmez sinema
kapısında biteceğim.
P.S.:Lee Pace Hannibal’daki Will Graham rolü için de düşünülmüş zamanında,duyunca kahroldum,ne de güzel olurmuş oysa…
Yav Marmaduke'ü izleme zaten, Wonderfallls'u ben beğenmiştim aslında ve onun senaristiyle Pushing Daisies ve Hannibal'ın senaristi aynı bişeyleri yanlış algılamadıysam(?)
YanıtlaSilPossession izlemediysen hiç izleme, ben bu kadar berbat bir film görmedim. Beğenebilirsin belki bilemiyorum ama bana aşırı saçma geldi...