2 Eylül 2013 Pazartesi

Baz Luhrmann: “Ne”yin değil, “Nasıl”ın yönetmeni.


                    Bir Luhrmann mottosu:"Korkuyla geçen bir ömür,yarı yaşanmıştır"
Baz Luhrmann benim filmlerini izlemekten en keyif aldığım yönetmenlerden biri,ne yazık ki sadece 5 tane uzun metrajlı filmin yönetmenliğini üstlendi şu ana kadar.Bu filmler genel anlamda öyle ahım şahım senaryolara sahip filmler değil ama gerek görsel gerek işitsel olarak adeta şaheserler.Beni bu filmlerde etkileyen şey de klişe diyebileceğimiz bir senaryonun yönetmenin elinden geçerek seyirciye sunum şekli.Kıyafetler,mekanlar,bir araya getirilmiş mükemmel oyuncular ve en önemlisi kullanılan müzikler…Kimilerine göre çektiği filmlerin zayıf senaryoları yüzünden unutulmaya mahkum bir yönetmen olacaksa da onun “ne”den çok “nasıl” a önem vermesini çok sevenlerdenim ben.Filmlerine kısaca bir göz atmak gerekirse:

Strictly ballroom:Vivir con miedo es como vivir en medias.


Baz Luhrmann’ın anne babası  salon dansı yarışmacılarıymış,filmde de bunun etkileri açıkça görülebiliyor zaten.Kuralına göre değil hissettiği şekilde dans etmek isteyen bir gencin yarışmaya katılma sürecini anlatıyor film.Çirkin ördek yavrusuyken kuğuya dönüşen kız ve baş karakteri kendine aşık etmesi klişesi de yan hikayemiz.Salon danslarını seviyorsanız mutlaka izleyin bence,dans sahneleri çok uzun değil ama valstir rumbadır eğlenceli epey.Filmi izleyince düşünmeden edemedim doksanlarda moda mıydı pasa doble acaba,ana sınıfı müsameresinde ben de yapmıştım da.

Romeo+Juliet:William Shakespeare’in ölümsüz eserinden.

Sadece bu filmi bile yönetseydi Baz Luhrmann,benim ona hayran olmama yeter de artardı.Gözümde hiçbir kusuru mu olmaz bir filmin yok vallahi yok!Bir tiyatro oyunun sinemaya aktarılışının dünya üzerindeki en başarılı örneği Romeo+Juliet bence.Metinde sadeleştirme filan da yok orijinal diyaloglara sadık kalınmış,ama zaman ve mekan olarak modernize edilmiş bir versiyonu Romeo ve Juliet’in.Güzelliği de burada zaten.
Hiç unutmam lise 3 te ertesi gün geometri sınavımın olduğu bir gün tnt de izlemiştim ilk,o gün bugündür benim için hep zor zaman filmi oldu,bir kutu dondurmasız oturmam bu filmin başına.Normalde bir filmi asla 2. kez izlemem ben oysa.Bunda diCaprio faktörünün de etkisi var tabi:)Bir ara Startvde haftada bir yayınlandığından olsa gerek,bizim milletimize göre Leonardo diCaprio,Titanic demek;Titanic demek Leonardo demektir.Benim mantığımdaysa bu eşitlikte Titanic yerine Romeo+Juliet var.Claire Danes’i sevmem ama bu filmdeki Leo’yla yakaladığı uyuma da laf edecek değilim.

Moulin Rouge:Ne olursa olsun.

Efsanevi müzikal West Side Story’nin yönetmeni Robert Wise’ın bile beğenisini kazanmış bu film,bence son 20 yılda çekilen en iyi müzikal film.Şarkıların çoğu orijinal olmasa da bilhassa Sting’den Roxanne’in yorumlanışı en sevdiğim kısım.

Australia:Nicole Kidman’ın bile gözümde kurtaramadığı film.
Ki Nicole Kidman bana göre dünya üzerindeki en güzel kadındır fakat onu izlemenin büyüsü de 20 dakika sonra etkisini kaybetti üzerimde.
Kesinlikle bana göre olmayan,olup olanın son 30 dakikada patlak verdiği bu filmi izlemeyi hep erteliyordum.Pişman oldum diyemeyeceğim tamam Avustralya’dır,aborijinlerdir iyi hoş da toz toprak arka planlı yapımları sevemiyorum ben.Bu huyum yüzünden fıstık gibi Carnivale dizisini de yarıda bırakmışlığım var benim.Bu filmi de bırakacaktım,baktım wizard of oz göndermeleri aldı başını gitti,somewhere over the rainbow nağmeleri havalarda uçuştu,ondan devam ettim.Bu sefer olmadı yani,sevemedim.

The Great Gatsby:You can’t repeat the past.
 Ve gelelim bu yazının tetiğini çeken son filmine.Evet öncelikle müzikler şahane,son zamanlarda dinlediğim açık ara en iyi ost albümüne sahip.
Yer yer efektleri abartılı bulsam da,Gatsby’nin evinde verilen partilerin şaşasına bayıldım.Oyuncu seçimleri ise çok başarılı,Gatsby içinse Leo’dan iyisi olamazdı.Romeo+Juliet’teki bıçkın halinden eser kalmasa da Leonardo di Caprio her zaman Leonardo diCaprio’dur.(mental seviyesi yerlerde bir cümle,farkındayım)O kadar çok etkileyici sahne vardı ki hepsini saymaya kalkmayayım hiç,bu filmi kimsenin sıkılıp bırakacağını düşünmüyorum ben,hem değer de izlemeye.

Ve son olarak:


“O doğduğunda,hemşireye erkek mi kız mı diye sormuştum.O da bana kız olduğunu söyledi.Gözümden yaş geldi.İyi ki kız.Ve umarım bir aptal olur.Bu dünyada bir kızın olabileceği en iyi şey bu.Güzel, küçük bir aptal.Tüm parlak değerli şeyler çabucacık sönüyor.Ve geri dönmüyorlar.”

Daisy karakterine ifrit olsam da doğru söze ne denir.
.