Bir Luhrmann mottosu:"Korkuyla geçen bir ömür,yarı yaşanmıştır"
Baz Luhrmann benim filmlerini izlemekten en keyif aldığım
yönetmenlerden biri,ne yazık ki sadece 5 tane uzun metrajlı filmin
yönetmenliğini üstlendi şu ana kadar.Bu filmler genel anlamda öyle ahım şahım
senaryolara sahip filmler değil ama gerek görsel gerek işitsel olarak adeta
şaheserler.Beni bu filmlerde etkileyen şey de klişe diyebileceğimiz bir
senaryonun yönetmenin elinden geçerek seyirciye sunum
şekli.Kıyafetler,mekanlar,bir araya getirilmiş mükemmel oyuncular ve en
önemlisi kullanılan müzikler…Kimilerine göre çektiği filmlerin zayıf
senaryoları yüzünden unutulmaya mahkum bir yönetmen olacaksa da onun “ne”den
çok “nasıl” a önem vermesini çok sevenlerdenim ben.Filmlerine kısaca bir göz
atmak gerekirse:
Strictly ballroom:Vivir con miedo es como vivir en medias.
Baz Luhrmann’ın anne babası
salon dansı yarışmacılarıymış,filmde de bunun etkileri açıkça
görülebiliyor zaten.Kuralına göre değil hissettiği şekilde dans etmek isteyen
bir gencin yarışmaya katılma sürecini anlatıyor film.Çirkin ördek yavrusuyken
kuğuya dönüşen kız ve baş karakteri kendine aşık etmesi klişesi de yan
hikayemiz.Salon danslarını seviyorsanız mutlaka izleyin bence,dans sahneleri
çok uzun değil ama valstir rumbadır eğlenceli epey.Filmi izleyince düşünmeden
edemedim doksanlarda moda mıydı pasa doble acaba,ana sınıfı müsameresinde ben
de yapmıştım da.
Romeo+Juliet:William Shakespeare’in ölümsüz eserinden.
Sadece bu filmi bile yönetseydi Baz Luhrmann,benim ona
hayran olmama yeter de artardı.Gözümde hiçbir kusuru mu olmaz bir filmin yok
vallahi yok!Bir tiyatro oyunun sinemaya aktarılışının dünya üzerindeki en
başarılı örneği Romeo+Juliet bence.Metinde sadeleştirme filan da yok orijinal
diyaloglara sadık kalınmış,ama zaman ve mekan olarak modernize edilmiş bir
versiyonu Romeo ve Juliet’in.Güzelliği de burada zaten.
Hiç unutmam lise 3 te ertesi gün geometri sınavımın olduğu
bir gün tnt de izlemiştim ilk,o gün bugündür benim için hep zor zaman filmi
oldu,bir kutu dondurmasız oturmam bu filmin başına.Normalde bir filmi asla 2.
kez izlemem ben oysa.Bunda diCaprio faktörünün de etkisi var tabi:)Bir ara Startvde haftada bir yayınlandığından olsa gerek,bizim milletimize göre Leonardo diCaprio,Titanic
demek;Titanic demek Leonardo demektir.Benim mantığımdaysa bu eşitlikte Titanic
yerine Romeo+Juliet var.Claire Danes’i sevmem ama bu filmdeki Leo’yla yakaladığı
uyuma da laf edecek değilim.
Moulin Rouge:Ne olursa olsun.
Efsanevi müzikal West Side Story’nin yönetmeni Robert
Wise’ın bile beğenisini kazanmış bu film,bence son 20 yılda çekilen en iyi
müzikal film.Şarkıların çoğu orijinal olmasa da bilhassa Sting’den Roxanne’in
yorumlanışı en sevdiğim kısım.
Australia:Nicole Kidman’ın bile gözümde kurtaramadığı film.
Ki Nicole Kidman bana göre dünya üzerindeki en güzel
kadındır fakat onu izlemenin büyüsü de 20 dakika sonra etkisini kaybetti
üzerimde.
Kesinlikle bana göre olmayan,olup olanın son 30 dakikada
patlak verdiği bu filmi izlemeyi hep erteliyordum.Pişman oldum diyemeyeceğim
tamam Avustralya’dır,aborijinlerdir iyi hoş da toz toprak arka planlı yapımları
sevemiyorum ben.Bu huyum yüzünden fıstık gibi Carnivale dizisini de yarıda
bırakmışlığım var benim.Bu filmi de bırakacaktım,baktım wizard of oz
göndermeleri aldı başını gitti,somewhere over the rainbow nağmeleri havalarda
uçuştu,ondan devam ettim.Bu sefer olmadı yani,sevemedim.
The Great Gatsby:You can’t repeat the past.
Ve son olarak:
“O doğduğunda,hemşireye erkek mi kız mı diye sormuştum.O da bana kız olduğunu söyledi.Gözümden yaş geldi.İyi ki kız.Ve umarım bir aptal olur.Bu dünyada bir kızın olabileceği en iyi şey bu.Güzel, küçük bir aptal.Tüm parlak değerli şeyler çabucacık sönüyor.Ve geri dönmüyorlar.”
Daisy karakterine ifrit olsam da doğru söze ne denir.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder